Doğduğunuz ve büyüdüğünüz şehrin belki sabahında, belki akşamında, belki de günün diğer bir vaktinde bindiğiniz bir otobüsle ayrıldınız anne ve babanızdan. Kara trenle değil ama, klimalı, bol ikramlı ve de hostesli bir vasıtayla koptunuz doğduğunuz yerlerden.
Aradan geçen o kadar zaman; istasyon, garaj ve hava alanlarını çok değiştirmiş olabilir, ama ne farkeder? Ayrılık aynı ayrılık, acı yine aynı acı!... Kopuşun yaralayıcılığı, gidilen gurbet diyarının o bilinmezliği hep aynı!
Sevdiklerinizin gözleri yaşlı, elleri ise havada... Ve siz, yerleşemediğiniz rahat koltukta kadîm bir rahatsızlığın o bilinen tedirginliği içindesiniz. Bir iki damla gözyaşı yanaklarınızı ıslatırken, dışarıdakilere el sallarken arabanız garajdan çıkıyor, sevdikleriniz gözden kayboluyor.
Gerisin geri dönüyor ve öylece kalıyorsunuz.
Boşluk duygusu...
Hiçbir şey, otobüsü dolduran onca insan düştüğünüz boşluğu dolduramıyor; içinizde dolaşan bir sızıyla acılar çekiyorsunuz. Sızının dolaştığı yerde, bu sefer kan gibi, sızı gibi sorular beliriveriyor: Ne yaptım ben?! Nereye gidiyorum böyle!? Niçin?!...
Pişman oluyorsunuz; sizi yollara düşüren o şey ne ise buna değmediğini düşünüyorsunuz. Arabayı durdurmak, inmek, gerisin geri dönmek arzusuna kapılıyorsunuz... Bir şey sizi engelliyor, yapamıyorsunuz.
Bindiğiniz otobüs şehri geride bıraktığında, muavin o bildik uyarı ve duyurularına başlıyor: 'Sayın yolcularımız!... Hoş geldiniz!... Yapacağımız beş yüz kilometrelik yolculuğumuza çıkmış bulunuyoruz. Lütfen cep telefonlarınızı kapatınız!... Toplu taşım araçlarında sigara içilmesi yasa gereği yasaklanmıştır. (...) İhtiyaçlarınız için ben servis memurunuz (...) hizmetinizdeyim! Hepinize hayırlı yolculuklar!...'
Bu sizi kendinize getiriyor; rüyada olmadığınızı, sahiden bir başka yere gittiğinizi acı da olsa farkediyorsunuz. Serde gurbet görünmektedir; anadan ayrı, babadan ayrı, ...
Muavin, şimdilerdeki ismiyle servis memurunuz bilet kontrollerine başlarken, vasıtanızın kaptanı tarafından ayarlanan radyodan hüzünlü bir şarkı duyulmaktadır. Üçüncü sınıf bir sesin söylediği şarkının güftesi ve melodisi tam da sizi söylüyor, hüznünüze eşlik ediyor. Gurbet duygusunun şimdiden sizi kavurmaya başladığına şaşırıyor, cismen olmasa da zihnen şehrinize, evinize, sevdiklerinizin arasına dönüyorsunuz.
Burası dolaştığınız, çocukluğunuzun geçtiği sokaklar... Sakız ve balonlar aldığınız, konu-komşunun, derdin ve dermanın konuşulduğu köşedeki bakkalı düşünüyorsunuz; süpermarkete dönüşünü, hipermarketlere yenilgisini hatırlıyorsunuz... Okula gitmek üzere otobüs beklediğiniz durakları, okul arkadaşlarınızı, hocalarınızı, uğradığınız kitabevlerini, Seyyid Burhanettin'i, Kızlarağası Hanı'nı... Aklınıza eviniz geliyor; babanız, anneniz, kardeşleriniz... En çok da odanız... Onca yıl hüzünlerinize, kırgınlıklarınıza, uykusuz geçen gecelerinize mekân olan o mahrem dört duvar aranız... Penceresinden baktığınız, yıldızları seyrettiğiniz, şiirler okuduğunuz, uzaktan duyulan sesler dinlediğiniz, mektuplar yazdığınız, ağladığınız, naif aşkların kırılganlıklarını yaşadığınız.. o çoğu kimseye kapalı, ama bütünüyle sizinle dolu odanız... Sonra toy ve delişmen yüreğinizi kışkırtan mücadele aşkınız... Heyecanlarınız... Okunan kitaplar... Mitingler... Aklınızı başınızdan alan serüvenleriniz... Alıp başınızı gitmeleriniz... Filistin, Afganistan, Bosna, Çeçenistan, yine Filistin... Üniversite kapılarında biriken kızlar, erkekler, polisler; kırgın, kızgın ve hüzünlü yürekler... El ele yürüyüşler, kameralar, iri puntolu manşetler, brifingler, korkular, tehditler, yasaklar, kapanan okul ve yurtlar, çözülüşler, hayal kırıklıkları, yargılamalar, tutuklamalar, ikna odaları, peruklar, utanan yüzler, okullarını bırakanlar, yurt dışına çıkanlar, kızgın ebeveynlerin karşısına suçlu suçlu çıkanlar, içine kapananlar, psikiyatri odaları, intiharlar, evet intiharlar.. ama yine yasaklar...
Muavinin, yani servis memurunun uyarısıyla, sizi alıp götüren otobüsün içine geri dönüyor, 'Efendim!' diyorsunuz. 'Ne istersiniz?' deniliyor. Siz, iyi geleceğini düşünerek bir kahve istiyorsunuz.
...
Şimdi başka bir yerdesiniz!... Geldiğiniz yere; doğduğunuz, büyüdüğünüz, aşina olduğunuz, caddelerinde dolaştığınız şehrin havasına hiç benzemeyen yabancı bir yerde yapayalnızsınız. Havasıyla, toprağıyla, insanıyla sürekli yabancı olduğunuzu hissettiren bu 'yeni' yerde, 'eski' yerinizin alışkanlıklarını ararken, omuzlarınıza çarpıp giden insanların ortasında kalıyorsunuz. Bir yabancı gibi... Gideceği yeri olmayan o insanın 'yer'sizliğine ve 'yurt'suzluğuna benzer şeyler yaşıyorsunuz.
Sahi, niçin buradasınız? 'Belki cahilliğimden, belki serüvenciliğimden, belki deliliğimden, belki bilinçsizliğimden, belki kendime karşı takındığım vurdumduymazlıktan dolayı, bu şehrin caddelerinde yürürken onun bunun omuzuma çarparak geçmesini, alışmadığım insanlarla aynı mekânda bulunup aynı havayı solumayı, okul kapısında örtümü çıkarıp 'Niye surat asıyorsun?' tepkilerine karşı gözlerim dolarak tebessüm etmeyi, sineye çekerek yaşamaya çalıştığımı bilmenizi istiyorum' diyorsunuz.
Biliyorum, sizin gurbetiniz bir başka... Adına şiirler yazılan, hasret türküleri yakılan gurbetlere pek benzemiyor. Sevdiklerinizden ve alışkın olduğunuz her şeyden ayrı kaldığınız gibi, bir de fazlanız var. Siz sadece, 'eski'nin o alışılmış havasından 'yeni'nin belirsizliğine yolculuk yapmamışsınız. Ayrıca uğruna yıllarınızı, emeğinizi, göznurunuzu, zihninizi, yüreğinizi vererek girmeye hak kazandığınız kapılardan, ebeveynlerinizi, genel geçer kabulleri arkanıza alarak sahiplendiğiniz kimliğinizden vazgeçerek girmenizi istiyorlar. Evet biliyorum, gurbetiniz bir başka... Daha yakıcı, daha trajik, daha da çözümsüz... Onun için 'sabırlı olun, bunlar 'eski'nin rahatından 'yeni'nin belirsizliğine düşen herkesin başına gelen şeylerdir' diyemiyorum. Sizi dinlemekle, acınızı yüreğimde hissetmekle yetiniyorum.
Diyorsunuz ki:
'Hayat zor ve bu zorluğun ortasında tek başına mücadele ağır. Halimden şikâyet etmek değil niyetim. Sadece, anlamadığım bir şey var. Kafama takılan; beynimi, yüreğimi, hücrelerimi yoran bir şey. Ne zaman kendim gibi yaşayacağım? Ne zaman ben olacağım? Şart mıydı sanki örtümü çıkarmak? Şart mıydı, adam olmak için adamlıktan çıkmak? Hâlâ şoktayım... Koridorlarda, kimselere örtülü yakalanmamak için suçluymuş gibi oradan oraya koşuşturmalarımızın şoku... Bayan hocaların, 'Rahibeler gibi gezmeyin! Erkeklerin, çıkma tekliflerini kabul edin!' gibi, kahredici nasihatlerinin beynimizi delip geçmesinin şoku...'
Bir şeyler söylememi bekliyorsunuz. Ama biliyorum ki söyleyeceğim şeylerin hiçbiri bu şokları gideremeyecek. Onun için, yüreğinizi ferahlatmak ve yaşadığınız şoku hafifletmek için değil, canı yanan herhangi biri gibi konuşuyorum.
Diyorum ki:
Bazen havaların güzel gitmesi, ekonomik sıkıntıların olmayışı, uzun zamandır görüşemediğimiz bir dostun çıkıp gelmesi.. hiçbir şey hissettiğimiz sıkıntıyı gidermez. Kıstırıldığımız köşede üzerimize üzerimize gelen o çok şeye anlam verememenin boşluğu bizi içine çeker. Kendimizi sallantıda hissederiz; tutunduğumuz dalların kırıldığını, yaslandığımız duvarların yıkıldığını görürüz. Her şey anlamını yitirir. 'Hiç'lik duygusu yakamıza yapışır, sarsar durur. Yüreğimiz burkulur, sancılar başlar midemizde. Sevginin sesi kısılır. Acı ve kahır bir kor gibi dolanır içimizde.
Doğar doğmaz edindiğimiz 'doğru'ların ve 'değer'lerin, o an yaşadıklarımızın bize bulaştırdığı sıkıntıyı gideremediği her durumda böyle oluruz. Üzerinde yaşayıp gittiğimiz zeminin kendisi olan 'doğru'larımız ve 'değer'lerimizle, bizi içine alan kültürel atmosfer arasındaki uyumsuzluk durumunda da aynı şey olur. Çünkü 'doğru'lar ve 'değer'ler dediğimiz şeyler, insana yer ve yurt olan 'ev'i karşılıyorlar. Ev ki, insanın huzur bulduğu, sosyal hayatın köpürdüğü negatiflerden korunduğu, kendince beslendiği ve bir kimlik oluşturduğu yerdir. Eğer eviniz başınıza yıkılmışsa, ya da artık sizi korumuyorsa sokakta kalmışsınız demektir. Yani boşlukta, yani size ve hiçkimseye ait olmayan ortalıkta, her türlü tehlikeye açık bir yerde...
Biz bu ülkenin çocukları, böylesine talihsiz bir 'yıkım'a şahit oluyoruz. Bizi 'ev'siz bırakmayı vazife edinmiş insafsız bir rüzgâr, 'sokak çocukları'na dönüşmemizi bekliyor. Saldırıları bitmek bilmiyor; her gün yeni bir dalgayla bizi ırgalıyor. İstiyor ki, sokak hastalıkları bizi de kapsın; 'ev'lerimizde edindiğimiz renklerimiz solmaya yüz tutsun.
'Kaygı'lıyız; 'doğru'larımızdan ve 'değer'lerimizden olmaktan, 'ev'imizin başımıza yıkılmasından korkuyoruz. Bu insafsız rüzgârın uğultusuyla korkutulan naif yüreklerimizde sorular ve acılar büyüyor.
Korku, acı ve sorularla iç içe yaşanan günlerin belirsizliğinde yer yer umutlanmıyor da değiliz. Korkularımız bizi uyanık tutuyor; acılarımız hâl çarelerini aramaya sokuyor bizleri; sorularımız boşluklarımızı, gözardı ettiklerimizi, daha sağlıklı bir kimliği işaretliyor. Mazlum ve mağdur olmanın o hüzünlü gururunu yaşarken, Pavese'nin, Yaşama Uğraşı'nda söylediklerine benzer şeyler hissediyoruz: 'Bir haksızlığa uğramanın acısı güçlendiren bir irkiltidir insan için -bir kış sabahı gibi. Canlılığınızı ve yaşama sevincimizi doruğuna ulaştırır, nesnelerle aramızdaki bağ açısından önemimizi bize yeniden kazandırır, bizi yüceltir; herhangi bir talihsizlik sonucu acı çekmekse sadece utanç verir insana.' Umutluyuz çünkü; acı çeken, kaygılı yaşayan ve soruları olan insanlar ancak diri kalabilir ve ölümsüz sözler söyleyebilirler.
Stefan Zweig, Kendi Hayatının Şiirini Yazanlar'da, 'Acı insanı bilge yapıyor' der. Bu sebeple, bizi hayatın kıyısına getiren acılarımıza buğzetmiyoruz. Çünkü hayatın sahici yüzüyle onlar sayesinde karşılaşıyor ve daha sağlıklı bir duruş ediniyoruz. İçine bırakıldığımız yersizlik ve yurtsuzluk duygusu bizi daha güçlü ediyor. Zira, 'Yalnız kalıtımla elde edilen ve hiç sarsılmayan rahatlık durumu, ham ve habersiz bir memnunluk demektir. Bir isteği yoktur, bir sorusu yoktur onun.' Evet, 'Bilginin her türü ıstıraptan gelir, acı hep nedenleri sorar, oysa tat, duraklamak ve geriye bakmamak eğilimindedir. İnsan duyduğu ağrılarla incelir; sürekli kurcalayan, törpüleyen acı, ruhun toprağını alt üst eder ve işte asıl bu ruh işlemesinin ağrılı oluşu, yeni düşünce meyveleri için havalandırmayı sağlar.'
Her şey hayatımızın şiirini yazarken oldu. Hayatın şiiri gibi bir kaygımız olmasaydı; sorularımızın ardına düşmeyip, öylesine yaşayıp gitseydik; başkalarının tekrarlayıp durduğu soluksuz cevaplarla yetinseydik, başımıza bunlar gelmeyecekti. Ama pişman değiliz. Biliyoruz ki, 'Ancak büyük ağrı ruhun son kurtarıcısıdır, yalnız o bizi içimizin en derinlerine inmeye zorlar ve her kim için öldürücü bir ağrı olmamışsa bu, o insan kendisi hakkında gurur verici şu sözü edebilir: Ben hayatı kaybetmenin kıyısına çok kez yaklaştığım için hayatı daha iyi bilirim. Beni öldürmeyen şey, beni daha güçlü eder.'
O halde şiire devam!...